9 Eylül Üniversitesi Biyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Barbaros Çetin’le iklim değişikliğinin Türkiye’deki etkilerini konuştuk:
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 30.5 Mb.
9 Ocak 2013 tarihinde Açık Radyo’da Açık Yeşil programında yayınlanmıştır.
Açık Yeşil’in podcast servisine ulaşmak için tıklayın.
***
Ümit Şahin: 94.9 Açık Radyo’da Açık Yeşil başlıyor, ben Ümit Şahin.
Ömer Madra: Ben de Ömer Madra.
ÜŞ: Evet Açık Yeşil’de yine iyice çığırından çıkan iklim değişikliği üzerine konuşmaya devam ediyoruz, başka da konuşacak bir konu bulamıyoruz. Bu hafta bir de konuğumuz var hatta 9 Eylül Üniversitesi’nden Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr. Barbaros Çetin telefon hattımızda. Günaydın!
Barbaros Çetin: Günaydın!
ÖM: Günaydın Barbaros bey!
ÜŞ: Önce son, dünden beri olan gelişmelere çok kısaca bir değinelim, çünkü gerçekten iklim değişikliği çığırından çıktı demeğe hak edecek gelişmeler oluyor.
ÖM: Ben bir ufacık dünya turu atarsam şunu da söyleyebiliriz, dün sadece Tazmanya’dan, Avustralya’nın bir bölgesinden birkaç saat orada yaşayıp ondan sonra da uçağa binen ve Moğolistan’ın Ulan Bator şehrine inen bir uçakta bir insanın orada da birkaç saat geçirdikten sonra 100 derecelik bir sıcaklık farkı yaşayacağını söylersek galiba herşey anlaşılıyor. Yani dün Avustralya’da +50 derece sıcaklık ölçüldü, aynı gün Çin’de de, Moğolistan’da özellikle -50 dereceye ulaşıldı. Yani 100 derece fark yaşanabilirdi bir gün içinde.
ÜŞ: Avustralya’da aynı anda dün mesela son haberlerden birinde 130 ormanın birden yandığı, 130 orman yangınının aynı anda yaşandığı haberleri geliyordu. Barbaros bey size şunu sorarak başlamak istiyorum, siz bir biyologsunuz 9 üniversitesinde, biyoloji bölümü başkanısınız, neden canlılar alemiyle ilgilenen birisi olarak, bu konunun uzmanı bir bilim insanı olarak neden iklim değişikliğiyle ilgilenmeğe başladınız. Çünkü Barbaros Çetin’in son 2 gündür Milliyet gazetesinde iklim değişikliğiyle ilgili bir yazı dizisi var, daha önce de bu konuyla ilgili yazılmış yazıları var, biz de Barbaros beyi o yüzden davet ettik Açık Yeşil’e.
BÇ: Biliyorsunuz gezegenimiz bir biyosistem yani bu biyosistemin içerisinde canlıların yaşaması için gereken bir atmosfer var, bir yaşam çemberi var. Dolayısıyla da bu çemberin içerisinde ekolojik olarak düşünecek olursak üreticiler var yani bitkiler var, tüketiciler var yani insanlar ve hayvanlar var, parçalayıcılar var bakteriler ve diğer mantarlar gibi böcekler gibi parçalayıcılar var, yani canlılar öldüklerinde parçalayıp sisteme geri döndüren ayrıştırıcılar var, diğer taraftan da fiziki çevre dediğimiz yer kürenin tamamı var ve iklim de bunun en önemli bir parçası. Dolayısıyla da biz insanları etkilediği gibi iklim, yani yaşam ortamımız bitkileri ve hayvanları da etkiliyor ve bir biyolog olarak iklimle ilgilenmemem mümkün değil.
ÖM: Evet ana çıkış noktasını o yapıyorsunuz. Enteresan da bir şey, sizin meslektaşınız ünlü biyolog Edward O’Wilson’ın yeni yayınlanmış bir kitabını da bu sıralarda yeni bitirdim ben de: Social Conquest of Earth, yani Dünyanın Sosyal Olarak İstila Edilmesi diye. Orada bir noktada sizin biraz önce söylediğiniz benzer bir görüş ifade ediyor, yani “insanlığın ve bütün canlıların kurtuluşu için canlılar biyosferin kurtarılmasından başlamak gerekir” diyor. Oysa eğilim fiziki dünyanın kurtarılması yönünde.
ÜŞ: Hatta insanların.
ÖM: Ve hatta sadece insanların kurtarılması. “Böyle yapılırsa bu mümkün değildir” diyor fiziki dünyayla başlayarak. Halbuki öbürüyle belki ikisini birden kurtarmak mümkün olabilir diye yeni yayınlanan kitabında görmüştüm, onu hatırlatmak istedim.
BÇ: Ben bunu biraz açayım mı bir biyolog olarak?
ÖM: Lütfen.
BÇ: Bakın bildiğiniz gezegenin yaşı yaklaşık 4,5 milyar yıllık bir geçmişi var, patlamaya gidersek 13-14 milyar yıl, biz oraya gitmeyelim ve 4,5 milyar yılı biraz özetlemeğe çalışayım bir biyolog öngörüsüyle. Bu 3,4 milyar yıldan beri canlıların izlerini görüyoruz, bakterilerden başlayarak. Şimdi bu sistemin içerisinde bizim gelişimimiz, çoğalmamız, insanın varlığı ve şu anda işgalci tür olan homosapiens’in 7 milyar’a ulaşmasında tabii ki insanın biyosistemin her türlü parametresiyle alakası var. Dolayısıyla da benim biyolog olarak yazdığım bazı notlardan bir tanesi de şu, biz 1980’li yıllardan itibaren bakıyoruz bütün bilimsel çalışmaların sonucuna, ortak bir nokta olarak şunu söyleyeyim, artık doğanın kendini yenileme payı kalmadı. Çünkü yaklaşık son 50 bin yıl içerisinde Amerikan nüfus dairesinin yaptığı bir çalışma var, modern insandan itibaren diyelim 110 milyon civarında insan ölüyor ve sisteme geri dönüyor. Benim korkum bu 7 milyar’lık insan acaba ne yapacak? Her geçen gün otomobil fabrikaları kuruyoruz, otomobiller üretiyoruz, diğer fabrikaları yapıyoruz ve günde saat başında milyarlarca ton katı sıvı gaz halinde atık çıkarıyoruz. Şimdi sistem bunu nasıl soğuracak, nasıl yok edecek? İşte korkum bu, yani biz artık dünyayı kendimize dar ettik. Dolayısıyla da çıkardığımız gazlar ki bunu hepimiz biliyoruz, 1958’den beri biz atmosferdeki karbondioksiti ölçüyoruz, Hawai’deki, Mao Laona dağındaki istasyonla birlikte. 1958’deki ilk ölçümlerde 316 ppm biliyorsunuz, geçtiğimiz günlerde bir açıklama yapıldı NASA’dan ki kutup bölgesinde 2012’de 400 ppm’e vurdu karbondioksit miktarı.
ÖM: Milyonda parçacık.
BÇ: Evet. Bunu kim üretiyor? Biz üretiyoruz, yaptığımız faaliyetlerle biz üretiyoruz, dolayısıyla da bu da ne yapıyor? Bizim yaşamamızı sağlayan, oksijen almamızı sağlayan iklim sistemini derinden yaralıyor. Dolayısıyla da bir biyolojik varlık olarak, yani benim bir biyolog olarak iklimle ilgilenmemem mümkün değil çünkü bütün parametreler birbirleriyle organik olarak bağlı.
ÜŞ: Siz yazılarınızda bu ‘altıncı kitlesel yok oluş süreci’nden de bahsediyorsunuz. Burada iklim değişikliği meselesini tartışmaya başladığımız zaman pek çok insanla aslında inkarcıların kullandığı argümanların biri hemen herkesin aklına geliyor, yani insan bu kadar kitlesel yok oluşa neden olabilecek, gezegeni ortadan kaldırabilecek, biyosferi ortadan kaldırabilecek kadar büyük bir güç olabilir mi? Yani neredeyse bir kozmik güç gibi, bir yanardağ gibi zamanında kitlesel yok oluşa neden olmuş bir gök taşı gibi. Böyle bir şey olabilir mi diye bir soru işareti oluşuyor. Bunu nasıl bilim insanları nasıl bu karara vardılar, yani bu ‘altıncı kitlesel yok oluş’
BÇ: Bundan önceki 5 yok oluştaki verilere baktığımızda yani bilimsel verilere, kaynaklara baktığımızda insan faktörü yok, tamamen jeolojik, jeomorfolojik olan olaylar. Dolayısıyla da o dönemlerde insanoğlu yok, yaklaşık 50 bin yıldır insanoğlu var ve bizler de 1900’lü yıllarda endüstriyel devrimden sonra diyelim yani sanayi oluşturduk, sanayileştik ve dolayısıyla da gazlar çıkarmağa başladığımızdan itibaren sistemi değiştirmeye başladık. Şöyle ki, biliyorsunuz atmosferin %78’i azot, %21’i oksijen ve %1’i de diğer gazlar. Şimdi diğer gazlar dediğimiz ne? Metan, karbondioksit, su buharı dediğimiz bizim bugün her gün artmasından korktuğumuz küresel ısınmaya sebep olan sera gazları. Dolayısıyla da milyonlarca yıl içerisinde atmosferin kompozisyonu böyleyken yani bu %1’in sayesinde ekvatoryal bölgede +35, kutup bölgesinde -35 gibi bir ortalama oturmuşken biz ne yapıyoruz? Sürekli çıkarmış olduğumuz bu gazlarla atmosferin kimyasını değiştiriyoruz, yapısını değiştiriyoruz. Şimdi biz bilemezdik ki yaklaşık 350-400 milyon yıl önceki eğrelti ormanlarının bir gün yok olup ondan sonra toprağın altında zamanla bugünkü kullandığımız kömürleri, fosil yakıtlarını meydana getireceğini ve bizim de onları kullanarak onlardan çıkan karbondioksit, karbonmonoksitle ve diğer gazlarla yaşamımızın en önemli ögesi olan atmosferik yapıyı değiştireceğimizi bilemezdik. Dolayısıyla da bu %1’in hızlı bir şekilde artışına sebep olan bizleriz.
ÖM: Evet. Çok önemli bir şey, yani siz daha önce geçen yılın son ayında 1 Aralık’ta Milliyet gazetesinde bir de Düşünenlerin Düşüncesi’ne yazdığınız bir yazıda “insanlık dünyayı son 200 yılda bitirdi” diyerek bunlara değiniyordunuz. Burada benim sormak istediğim bir şey var, klasik ekonominin kuralları artık çoktan önemini yitirdi deyip çok temel bir hepimizin geleceğini de, bütün canların geleceğini ilgilendiren bir paradigmaya işaret ediyorsunuz. Yani klasik ekonomik bilimi, bildiğimiz kapitalist ekonomik çalışma, serbest piyasa insanı sadece solipsist diyebileceğimiz yani tekbenci, sadece kendi çıkarını düşünen bir canlı olarak görüyor.
BÇ: Aynen.
ÖM: Dolayısıyla da eksternalite dediğimi yani kar elde etmek için, karını azamileştirmek için yaptığı bütün çabaları aslında çevreye, gezegene ve başka canlılara zararının maliyetini asla hesaplamadığı ve hesaplanmasının da gerekmediği bir sistem. Bu böyle devam edemez diyorsunuz. Bu konuda konuşabilir miyiz?
BÇ: Tabii. Siz gayet güzel özetlediniz, klasik ekonomide insan yok, kar var ve büyüme var. Dolayısıyla da klasik ekonomi dünyadaki kaynakların sonsuz olduğunu düşünen bir sistem, ekonomik sistem. Biz insanlık zannettik ki istediğimiz kadar çoğalabiliriz, istediğimiz hareketleri yapabiliriz, karaların, ormanların, denizlerin canına okuruz, denizleri çöp yığını haline getiririz ki şu anda hızla getirmeye başladık. Zannettik ki bütün bunlara rağmen bu biyosistem kendini toparlar, kendini yeniler ve biz istediğimiz gibi çoğalırız, birkaç çocuk değil 5-10 çocuk da yaparız, nüfusumuz 2-3 katına çıkar diye hep düşündük. Oysa ekolojik kriterler bakımından baktığımızda görüyoruz ki biyosistemin de bir ekolojik kapasitesi var, yani ekonomik değimle bir ekonomik gücü var. Biz bunu maalesef bencil isteklerimiz doğrultusunda ve sadece insanı ön plana çıkararak biz bunu düşünemedik. Ancak iş işten geçmeğe başladıkça ve hammadde kaynakları hızla tükenmeğe başladıkça bizim aklımız yeni yeni başımıza geldi. Yıllarca düşünüyorduk ki Amerika büyük ülke, rüyaların ülkesi ve gördük ki Amerika’da 2008 sonunda başlayan ekonomik krizle birlikte yavaş yavaş Amerikan rüyası da çökmeğe başladı. Bunu da yıllardır özendiğimiz, işte bir üyesi olmak istediğimiz AB ülkelerinde de görmeğe başladık. Daha sonra da arkasından Japonya ve doğudaki ülkeler. Görüyorsunuz klasik ekonomi artık önemini yitirmeğe başladı ama biz maalesef bu konuda çok geç kaldık.
ÖM: Evet ama ben bir soru daha ekleyebilirsem müsaade ederseniz, yani bu klasik ekonomi dediğimiz serbest piyasanın mutlak egemen olduğu bir anlayış ve orada da aslında bir grup başta enerji, kömür, petrol ve doğalgaz gibi ya da enerji şirketleri gibi büyük devasa şirketlerin sınırsız kar hırslarıyla, arzusuyla beraber böyle bir önlenemeyen gidişat var ve bunlara vergi gibi bir kısıtlama getirmek şöyle dursun, onlara sübvansiyon bile veriliyor ve genel anlayış da bu. Peki bunu nasıl değiştireceğiz?
BÇ: Şimdi bu tabii kişileri değiştirmekle olacak ama bu tabii siyasetçileri, toplumbilimcileri, kanaat önderlerini ve her kesime yaymak gerekiyor. Şu var benim biyolog olarak gördüğüm, kaynaklar hızlı tükendiği için, nüfus hızla arttığı için, arz-talep dengesinde müthiş bir düzensizlik ortaya çıktığı için dikkat ederseniz sürekli hammadde fiyatları artıyor. Bu da bir şeyin önemli göstergesidir, artık herkes kendine yontmaya çalışıyor. Yani dünyanın hızla tükenen varlıklarından kendi sektöründe, kendi çevresinde pay kapmaya, bencil bir şekilde, diğer insanları düşünmeden, diğer ülkeleri düşünmeden sömürüye, insan sömürüsüne kendisi şirketler boyutunda devam etmeğe çalışıyor. Biliyoruz ki bu son 10 yıl içerisinde küresel ekonomide artık devletler bitti şirketler ön plana çıktı. Öyle şirket bilançoları var ki bir çok devletin, ülkenin ekonomik bilançolarının önüne geçti ki bu dünyanın ekolojik geleceği için en büyük tehlikelerden bir tanesi. Şimdi şöyle düşünelim, 7 milyar insanın her birinin 7 tane otomobili olsun, 10 tane villası olsun, aklınıza ne gelirse gelsin maddi boyutta her şeyi olsun, herkesin evinde birer ton altın olsun ama siz evinizin penceresini açtığınızda soluyacak bir temiz hava bulamıyorsanız, yediğiniz gıdaların hemen hemen bir çoğunda sizin ömrünüzü tüketecek, hatta neslinizi tüketecek –ki ben bunu dün yazdım biliyorsunuz insan neslinin tükenmesiyle ilgili olarak- o zaman bunların bir anlamı var mı?
ÖM: Ve bütün dünya sistemlerinde sık sık görüldüğü gibi yapısal bir kriz içinde olduğu görülüyor kapitalizmin.
BÇ: Aynen.
ÖM: Bu tabii sürekli bir çalkalanma, kaos yaratıyor Immanuel Wallerstein de geçenlerde yazmıştı bunu ama bunu büyük bir mücadele önümüzde, herhalde 2013 bu gerçeklerin en yoğun şekilde görüldüğü bir yıl olarak tarihe geçecek. Bundan sonrası çok daha vahim de olabilir ama bu sefer çok net görüldü. Yani son rakam işte ABD’de tarihinin gördüğü en sıcak yıl olmuş 2012 ve büyük bir farkla rekor, yani görülmemiş bir farkla olmuş. Şimdi bunu büyük bir mücadeleye de başlamakta olduğumuz anlaşılıyor. Bu yani sizin mesela Türkiye’de de merkez medyada pek fazla değinilmeyen konular bunlar, ilk defa sizin yazılarınız Milliyet gazetesinde bence önemli bir kamuoyuna duyurmak açısından bir mücadelenin başlangıcı olur. Bunu nasıl yapacağız?
BÇ: Başta STK’lar olmak üzere, kanaat önderleri olmak üzere ve üniversiteler olmak üzere ki Türkiye’de üniversitelerin hakikaten batılı anlamda biliyorsunuz toplumun içerisine girmesi, toplumla haşır neşir olması ve üniversitelerdeki bilgi birikiminin Türkiye toplumunun kalkınması ve refahında kullanılması konusunda biz biliyorsunuz bazı ülkelerle karşılaştırdığımızda çok gerilerdeyiz. Dolayısıyla da bunu bir an önce yapmak zorundayız, yani vakit kalmadı. Siz de işte değişik platformlarda radyo vasıtasıyla, basın vasıtasıyla konuşuyorsunuz, toplantılar yapıyorsunuz, biraz önce bir mail aldım bir üniversiteden, İstanbul’daki şu gün dünyaya duyuru yapmamız lazım, toplantı yapmamız lazım, dünya elden gidiyor diye buna benzer çırpınışları duyuyoruz. Dolayısıyla da önemli bir nokta da şu biz maalesef 89 yıllık cumhuriyetimiz içerisinde yanlış anlamayın biyologları, doğa bilimcileri hiçbir zaman devlet planlamada istihdam edemedik biliyor musunuz? Ve biyoloji eğitimini de çağdaş anlamda, gerçek anlamda veremedik.
ÜŞ: Zaten temel bilimleri de kapatma yönünde kararlar alındığını görüyoruz.
BÇ: Evet. Ne yazık ki ne kadar kötü, dünya bilmem nereye gidiyor biz nereye gidiyoruz. Dolayısıyla biyolojik, canlı bilimi, doğanın kendisi, bunlar yoksa insanlık da yok. Yani her birey yaşadığı gezegenin en temel basit ekolojik kurallarını bilmiyorsa biz o insanlarda davranış değişikliği yapamayız ki. Dolayısıyla da her seferde olduğu gibi –klasik bir değim- eğitim, eğitim ama nereden?
ÜŞ: Ben biyolojiye dönerek bir soru sormak istiyorum izin verirseniz. Bugünkü Guardian gazetesinde bir haber vardı, batı Afrika’daki aslan nesli tükeniyor diye. Sadece batı ve orta Afrika’da 645 tane aslan kalmış ve bundan 30 yıl önce kıtanın tamamında, Afrika’nın tamamında 200 bin aslan varken 30 yıl içerisinde toplam aslan sayısı 15 bin’e düşmüş. İnanılmaz bir hızla yok oluyor aslanlar dahi. Sizinle demin kitlesel yok oluşu konuştuk, bu kitlesel yok oluş diyebilmemiz için nasıl bir kriter - kullanıyorsunuz? Yani ne kadar hızla bir yok oluş bu? Bir de ikinci olarak diğer diyelim ki eskiden bu kavram ortaya atılmadan önce -herhalde yine Wilson’ın kavramıydı bu- türler ortadan kalkıyor falan deniyordu ama şimdi kitlesel yok oluş diyoruz. Bunu nasıl diyoruz? İkincisi de bununla bağlantılı olarak burada tabii tek parametre iklim değişikliği değil, işte kimyasal kirlilik var, başka şeyler var, burada iklim değişikliğinin payını nasıl görüyorsunuz, ne kadar?
BÇ: İklim değişikliğinin gerçekten büyük payı var, çünkü örneğin biz insanların kısmen de hayvanların biliyorsunuz iklim değişikliği karşısında yerlerini değiştirmeleri mümkün, yani hareket etmeleri, göç etmeleri mümkün ama bitkilerin göç etme kabiliyetleri o kadar değil. Dolayısıyla da yaşam sisteminin temelinde biliyorsunuz okyanuslardan başlayacak olursak yani alglerden, tek hücrelilerden başlayacak olursak, dolayısıyla da besin piramidi dipten çökmeğe başladı. Nitekim bir örnek vereyim, 2005 yılında 95 ülkeden 1300 bilim adamının hazırlamış olduğu Dünya Bankası’nın milenyum ekosistem değerlendirmesi raporunda bu son 100 yıl içerisinde doğal kaynakların 2/3’ünü insanlar tarafından hızla yok edildiğinden bahsediyordu bu rapor. Dolayısıyla da biliyorsunuz gezegenimizdeki her türlü ekolojik parametre her saniye değişiyor ve bu değişim yani sistemin aleyhine olan değişim hiper üstel bir şekilde yani katlanarak kirlilik parametreleri artıyor. Beni korkutan bu, ondan sonra biz bilmiyoruz ki bu örneğin karbon dioksit miktarı önümüzdeki yıllarda hangi bileşik değere gelecek? Bir anda iklim altüst olacak, bunu bilemiyoruz, yani tarih vermek çok zor ama 2 gün önce bir haber vardı, o haberde deniliyor ki artık buzulların son 10 yılı kaldı. Düşünün şimdi buzullarla ekvatoryal bölgedeki denge dünya iklim sisteminin en önemli ögelerinden bir tanesi. Bu denge bozuldukça aradaki sıcaklık farkı arttıkça fırtınalar beraberinde diğer kasırgalar, tsunamiler de beraberinde geliyor. Nitekim son yıllarda artmaya başladı, örneğin bizim ülkemizde hortumlar, denizsel kökenli hortumlar, karasal kökenli hortumlar pek görülmüyordu ama son birkaç yıldır görmeğe başladık. Hatta ben de bunu 7-8 yıl önceki Milliyet gazetesindeki bir röportajda bir biyolog öngörüsüyle bununla karşılaşacağımızı söylemiştim. Dolayısıyla da ben iklimi çılgın bir ata benzetiyorum ve bizim insanlığın faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan bütün kirlilik parametreleri bir kamçı, biz bu kamçıyla sürekli atı yani iklimi kamçılıyoruz. Dolayısıyla da kaosun hızlı bir şekilde bir anda nasıl ortaya çıkacağını tahmin etmek çok zor ama zaman çok az kaldı.
ÖM: Hatta 24 ay gibi de bir süreye geçen gün belirtildiğine rastladım, yani 2 sene içinde bu 2 derecelik sıcaklık artışının altında kalma şansımızın hiç kalmayabilir, kalmayacak hatta eğer bu yolla gidecek denirken.
BÇ: Tabii, bakın 1 Ocak Salı günü Antarktika’yla ilgili bir yazı yazdım, onu okumuşsunuzdur.
ÖM: Okuduk.
BÇ: Şimdi bir rapor açıklandı, biliyorsunuz Antarktika’daki bir bilim grubu yaklaşık 50 yıldır orada ölçümler yapıyorlar ve onların raporuydu korkutucu olan. Antarktika’nın %98’i biliyorsunuz buzullarla kaplı, son 50 yılda 2 derece ısındığını ispatladı bilim adamları. Oysa dünya ortalaması son 100 yıl için 0,8. Diğer taraftan biliyoruz ki Grönland’da da korkunç derecede bir dünya ortalamasının 2 katı ısınma var, en son biliyorsunuz Alaska’yla ilgili bir haber vardı.
ÜŞ: Orada da aşırı soğuma var galiba?
BÇ: Ama o son yılda, ben o haberi doğruladım, hatta aynı gün televizyon programında canlı yayında da doğruladım çünkü o yayının ertesi gün yayının kendisini buldum internetten, indirdim, maalesef o dünya basınından yazan gazeteci arkadaşlarımız o yayını incelememişler, yayının son paragrafında şunu söylüyor, bu Alaska aslında ortalama 2 katı artıyor dünya ortalamasının.
ÖM: Isınıyor.
BÇ: Evet ısınıyor. Son 10 yılda anormallik var, aslında biliyorsunuz o iklim değişiminin bir göstergesi. Amerikan senatosu biliyorsunuz artık ‘global warming’ terminolojisini kaldırdı, onun yerine ‘climate change’i koydu yani iklim değişimi. Çünkü insanlar yanlış anlayabiliyor ve biliyorsunuz uluslararası bazı kuruluşlar var, bazı şirketler var onların parayla tutmuş olduğu bilim adamları “küresel ısınma yoktur” diye arada sırada bir haber uçuruyorlar.
ÖM: Evet Daily Mail’de de ben tahmini aradıkları zaman bu sefer ben demeç vermedim artık bu konuda. Fakat “kaynağı Daily Mail mi?” diye sordum, “evet” dediler. Tabii Daily Mail sürekli olarak bunu yapıyor, “nerede hani küresel ısınma, nerede değişiklik?” diye. Bitirirken önemli bir şey daha sormak istiyorum. Sizin kamuoyunun da bu konuda bilinçlenmesi, bilincin yükselmesi açısından bana çok çarpıcı gelen bazı yazılarınızda bazı noktalar var, bunlardan bir tanesi özellikle yalnız yaşayanlar dünyası değil cesetlerimize de, mezarlarımıza da ilişkin yani cesetlerin çürümediğine ilişkindi. Bir öbürü de cinsel hayatın da tehlikede olduğunu söyleyerek, yani bu çok önemli iki noktaya da temas ediyorsunuz. Onlar hakkında da bizi biraz daha aydınlatır mısınız?
BÇ: Şöyle, ben bunu yaklaşık 7 yıl önce Derya Sazak’la bir röportaj sırasında söylemiştim cesetlerin çürümediğini. Çünkü o yıllarda Almanya’dan gelen haberler kötüydü. Bazı cesetlerin çürümediğine tanık oluyorlar ve yaptıkları araştırmada toprak fauna ve florasının miktarının çok düştüğünü, çünkü sanayi devrimi nedeniyle toprağın aşırı derecede kirlendiğini ve flora, fauna ve biyo çeşitliliğinin minimum miktarda olduğunu tespit ediyorlar. Diğer taraftan cesetleri incelediğinde bakıyorlar ki vücutta yüksek miktarda örneğin DDT kalıntısı gibi bazı kimyasallar var, tarım ilacı kalıntıları var. Dolayısıyla da ben o haberin üzerine gittim. Daha sonradan tabii diğer makaleleri de, çalışmaları da takip ettim ve neticede söylediğim şuydu, tabii rahmetli Özal’la birlikte tekrar gündeme geldi.
ÖM: Evet.
BÇ: Şimdi bakın bir ikilem ortaya çıktı, biz 7 milyar insanın yaklaşık 2-3 milyar’ı 1 Dolar civarında bir parayla geçiniyor, yani inanılmaz bir fakirlik var, açlık var gezegende, gezegenin biyosistemi artık bunu kaldırmıyor, bu kadar insanın yükünü. Diğer taraftan bizim neye ihtiyacımız var? Yeni 1. ve 2. sınıf tarım topraklarına ihtiyacımız var, oysa biz o tarım topraklarının çoğunu kentleşmeyle, sanayileşmeyle ve diğer sosyal faaliyetlerle hızla yok etmeye başladık. Şimdi bir de bakıyoruz ki topraklar da kirlenmeğe başladı. Peki bu cesetler de çürümeyip sisteme geri dönmemeğe başladı. Eyvah işte karşımda bir ikilem var, buyurun beslenmek için artan nüfusu besleyebilmek için yeni yeni tarım alanlarına ihtiyacımız var, diğer taraftan öyle bir sisteme dönmek için de yine temiz topraklara ihtiyacımız var.
ÖM: Evet çok acayip!
BÇ: Biliyor musunuz bu ikilem bir anda kafanızda oluşuyor yılların birikimi, dolayısıyla da onun için ben eyvah dedim. Yani sisteme geri dönebilmemiz için, çünkü eğer geri dönmezse sistem işlemez ki çünkü biz parçalandığımızda da biliyorsunuz toprağa bir takım organik maddeler geçiyor, toprağın zenginleşmesini sağlıyor. Bir de başka önemli bir nokta, son yıllarda biliyorsunuz ağaçların sonbaharda yaprakları dökülmüyor, meyveleri dökülmüyor, ertesi yıl bakıyorsunuz aynı ağacın üzerinde geçen yılın meyvesi var, yeni yaprak çıkmış, yeni çiçek çıkmış. Bilmiyorum bu dikkatinizi çekiyor mu? O yapraklar toprağa dönmezse, eğer tekrar çevrime girmezse, parçalanmazsa zamanında o ağaçlar nasıl beslenecek, ertesi yıl için nasıl kendisini toparlayacak? Ben tabii doğal alanlar için konuşuyorum. Dolayısıyla nereden baksanız biyosistem, ekosistem inanın ki çöküyor.
ÜŞ: Bütün ekolojik döngü bozulmuş durumda yani?
BÇ: Tabii tabii. Bakın birkaç gün sonra bunları okuyacaksınız, zaten örneğin yarın Milliyet’te tekrar bunu göreceksiniz mesela gezegenin biyoritmi bozulmuş, yarın onu anlatmağa çalışacağım. Diğer konuda üremeyle ilgiliydi.
ÖM: Evet erkeklerin kadınlaşmakta olduğu ve canlıların üreme sağlığının tehlikeye girmesi.
BÇ: Şöyle bir şey var, ekolojik bilgi ve görgüsü yüksek bir toplum değiliz, bu eğitim bir türlü alamadık çağdaş bir şekilde. 211 yılının sonuna doğru biliyorsunuz Dünya Sağlık Örgütü bir rapor yayınladı ki bu Dünya Sağlık Örgütü yani herhangi bir STK veya bölgesel bir şey değil. 100 yıl önce 1 litrede sperm sayısı bir erkekte 110 milyon iken bu sayı 15 milyon’a düşüyor. Yapılan araştırmalar ki ben bir çok yayından bunları takip ediyorum bilimsel yayınlardan çünkü ülkelere göre bu değişiyor doğal olarak, kültür seviyesi, beslenme ve ekonomiyi etkiliyor tabii ki yaşam kalitesinin kriterleri bunu çok etkiliyor. Vahim tablo şu, 18-27 yaş arasındaki gençlerde çok yüksek oranda bu 15 milyon civarında sperm olayı var. Normal çoğalabilmemiz için, döllenmenin olabilmesi için sperm sayısının minimum 20 milyon olması gerekiyor. Oysa bakın 15 milyon çok korkunç bir rakam.
ÖM: Yani %90’a yakın düşmüş zaten oran olarak.
BÇ: Tabii bakın bunu ne doğruluyor? Örneğin bizim ülkemizde ki dünyada da bu korkunç derecede artıyor, tüp bebek merkezleri biliyorsunuz 10-20 yıl önce böyle bir şey yoktu. Yani bir de tüp bebeği geçtik, beni biyolog olarak korkutan nokta şu, şimdi artık insanın doğal evrimleşmesini, doğal seçilimini de bozuyoruz, çünkü orada yapay olarak biliyorsunuz spermleri siz seçiyorsunuz. Halbuki doğal döllenmede en güçlü olan sperm gider yumurtayı döller milyonlarca spermin arasından ve o şekilde insan dünyanın değişen bu ekolojik parametrelerine paralel olarak yaşamını değiştirir, evrimleşir.
ÜŞ: Yani evrimi de engellemeğe başlıyor.
ÖM: Evet çok ilginç.
BÇ: Şimdi bakın ne oluyor biliyor musunuz? Çınar ağacı biliyorsunuz uzun ömürlü 600-1000 falan ve çınar gövdesinden çürür, gövdesinden görürüz ama çınarın kökleri vardır, yaprakları çıkar ona rağmen 500-600 yaşında. Ben biyolog olarak bunu şöyle ifade ediyorum, çınar yani insan soyu artık çınar gövdesinden değil köklerinden çürümeğe başladı.
ÜŞ: Çok teşekkür ederiz.
ÖM: Çok teşekkürler Barbaros bey, bu yayınlarınızı takip ediyoruz ve devamını da diliyoruz. Biz de daha sık sizinle görüşme imkanı bulacağımızı ümit ediyoruz.
BÇ: Ben de size çok teşekkür ediyorum, Açık Radyo’nun saygıdeğer dinleyicilerine de selam ve sevgilerimi yolluyorum.
ÜŞ: Teşekkürler. 9 Üniversitesi fen fakültesi biyoloji bölümü başkanı Prof.Dr. Barbaros Çetin’le konuştuk iklim değişikliği ve canlılar alemini, insan dahil. Barbaros Çetin’in yazı dizisi Milliyet gazetesinde devam ediyor. Gelecek hafta Açık Yeşil’de görüşmek üzere hoşça kalın!
ÖM: Hoşça kalın!
Toprak kirleniyor cesetler çürümüyor
7 MİLYAR İNSAN NEREYE KAÇACAK?